Tablolarının birçoğunda kendi yüzünden yola çıkan Frida’nın yaşamöyküsü bize, Carol Hanisch’in kült olmuş kişisel olan politiktir mottosunun ne demek olduğunu anlatır. Çünkü o ruhunu kattığı Meksika devrimini doğum günü ilan eden bir marjinal, hiç doğmamış oğluna isim koyup onunla düşlerinde konuşan bir hayalperest, aldatılan kadın imajına da topluma ddirenen bir savaşçı, tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğunda bile ne sanatından ne de hayatından vazgeçmiş, tersine onları daha da yüceltmiş kutsal bir mücadeleci ve Diego Rivera ile yaşadığı aşkta, “Senin sevmediklerini de sevdim ben” diyen taraftır.
17 Eylül 1925’te okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkar.
Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat edilecek ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı 1954’te kangren yüzünden kesilecektir.
Kazadan bir ay sonra hastaneden çıkan Kahlo, ailesinin de teşviki ile resim yapmaya başladı. Yatağının tavanındaki aynaya bakarak oto-portreler yaptı. İlk otoportresi, “Kadife Elbiseli Otoportre” oldu.
Resim yapmaya devam eden Kahlo aynı dönemde arkadaşı Tina Modotti aracılığıyla Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanıştı ve iki ressam, 21 Ağustos 1929’da evlendiler.
“Aşkımın somut hali”
Diego. ..
“Gerçek, öyle büyük ki, ne konuşmak ne uyumak ne dinlemek ne sevmek istiyorum. Kendimi tuzağa düşmüş hissetmek, hiç kan korkusu olmadan, zamanın ve büyünün dışında, senin kendi korkunun ve büyük ıstırabının içinde, ve kalbinin atışında. Tüm bu deliliği senden isteseydim, biliyorum sessizliğinde sadece karmaşa olurdu. Bu saçmalıkta senden şiddet istiyorum ve sen, sen bana incelik veriyorsun, ışığını ve sıcaklığını. Seni resmetmek isterim, ama bu şaşkınlığım içerisinde, hiç renk yok çünkü çok renk var, büyük aşkımın somut hali.”
“Sen gecenin aynasısın”
Diego:
“Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın-yeşili gibi değil.Vücudum günlerdir seninle dolu. Sen gecenin aynasısın. Şiddetli bir şimşek çakışı. Toprağın nemi. Koltuk altlarının oyuğu benim sığınağım. Parmaklarım kanına değiyor. Tüm sevincim çiçek-çeşmenden fışkıran hayatı hissetmek ve sana ait tüm sinir yollarımı bununla doldurmak.”
“Kadere bel bağlamıyorum”
“Okzokrom – Kromofor. Diego. Rengi giyen kadın. Rengi gören adam. 1922 yılından beri. Hep ve daima. Şimdi 1944’te. Yaşanan tüm saatlerden sonra. Vektörler asıl yönlerinde devam ediyor. Hiçbir şey onları durdurmuyor. Canlı histen başka bir bilgileri yok. Tek istedikleri bir yerde buluşana kadar devam etmek. Yavaşça.Büyük bir huzursuzlukla, ama altın parçanın her şeye kılavuzluk ettiğine dair güvenle. Hücresel bir diziliş var. Hareket var. Işık var. Tüm merkezler aynı. Budalalık diye bir şey yok. Her zaman olduğumuz ve olacağımız gibiyiz. Aptal kadere bel bağlamıyorum.”
“Işığım…”
Diego’m:
“Gecenin aynası. Gözlerin tenimde yeşil kılıçlar. Ellerimizin arasında dalgalar. Tamamın seslerle dolu bir boşlukta – gölgede ve ışıkta. Sana rengi yakalayan OKZOKROM dediler. Bana KROMOFOR – renk veren. Sen sayıların tüm kombinasyonlarısın. Hayat. Dileğim çizgileri şekilleri tonları hareketi anlamak.Sen gerçekleştiriyorsun ve ben alıyorum. Sözün boşlukta seyahat edip benim yıldızlarım olan hücrelerime ulaşıyor, sonra senin hücrelerine gidiyor ki onlar da benim ışığım.”