Özcülük-milliyetçilik-ırkçılık; bir geriye bakış ya da köklere geri dönüş veya en azından bu uğurda ötekileştirme, “biz ve onlar” ayrımı yaparak tüm bunları etki alanı gitgide genişleyen önyargılarla ve şiddetle temellendirme eylemi olarak öne çıkıyor.
Popülist, muhafazakâr ve faşist liderlerin, “Altın Çağ”a dönüş ve “özle buluşma” şeklindeki siyasi söylem ve eylemleri toplumsal, politik ve insani gerilimleri artırdığı gibi şimdilerde mülteci krizinden doğan hoşnutsuzlukları besleyerek yakın geçmişteki acı hatıraları çağrıştırıyor.
Özcülük-milliyetçilik-ırkçılık; susturma, bu olmuyorsa düşmanlaştırılanların ve ötekileştirilenlerin sesini mümkün mertebe kısma edimi biçiminde çıkıyor karşımıza. Eduardo Campanella’nın ifadesiyle “romantize edilen geçmiş”, şoven liderler ve onları iktidara getiren kitle için bugünü ve geleceği sekteye uğratacak ya da boğacak bir enstrüman gibi kullanılıp açık veya örtük olarak özgürlüğün ve insan haklarının reddine evriliyor. Böylece 1930’lardan kalma halk-millet-ırk bağlantısı bir şekilde gündeme tekrar gelirken “yabancılar” için yeni sınırlar çizilip duvarlar örülüyor.
Popülist ve şovenist liderler, kitlesini son derece muğlak ifadeler kullanarak “ulusal kültür” söylemiyle konsolide etmeye uğraşırken, kişi kültünü sağlamlaştırmakla kalmıyor, topluma ayrımcılık tohumları ekiyor.
Bärbel Wardetzki, ‘Siyasette ve Toplumda Narsisizm, Ayartma ve İktidar’ (Çeviren: Deniz Cankoçak, İletişim Yayınları, 2021) başlıklı kitabında, kutuplaştırma siyasetini doğuran ve kitle iktidarını oluşturan, dolayısıyla milliyetçiliğin ve ırkçılığın ateşleyicisi de olan bu durumu şöyle anlatmıştı: “Kitlelerin zehirleyici bir etkisi vardır. Çünkü düşünceler, duygular ve kanaatler her bireye aktarılır. Birini alkışlayıp göklere çıkaran bir kitlenin içinde bulunmak, aynı şeyi yapmamayı neredeyse imkânsız hâle getirir. Herkes kendini kaptırır ve o anda olup biten şeyle özdeşleşir. Bu, özdeğer duygusunu çok güçlendirir ve bunun hangi içeriğin alkışlandığı ile hiçbir ilgisi yoktur. Söz konusu olan duygulardır, akılcı argümanlar değil.”
ÖZGÜRLÜK-GÜVENLİK İKİLEMİ GÖLGESİNDE HAYALETLEŞTİRİLEN ‘YABANCILAR’
Jacques Ranciére’in “dışı liberal, içi totaliter” dediği yeni “demokrasi” de Wardetzki’nin bahsettiği kitle ve onu kullanan lider sayesinde hayat buluyor. Achille Mbembe ise bu geçirimsiz ve duygusuz yönetim biçimine, mimarlıktan ödünç aldığı bir kavramla “brütalizm” diyor: “Sınırı veya dışarısı olmayan ve çıkış mitinden olduğu kadar, gelecek başka bir dünya mitinden de vazgeçmiş bir iktidar biçiminin ilahlaştırılması…”
Özcülükten milliyetçiliğe, oradan da ırkçılığa uzanan dünya görüşünü benimseyen ve bunu politik söylem hâline getirenler, düşmanlaştırdığı ve yabancı ilan ettiği kesimleri dışarıda bırakmayı ve bazen de yeryüzünden silmeyi varlık nedeni sayıyor. Demokrasi-dışı hamlelerle otoriterliğini ilan edenler, “biz ve onlar” ayrımını keskinleştirerek kitleyi yönlendirdiği duygusuz stratejiyi sağlamlaştırma uğruna “her şeyi yapma” potansiyelini harekete geçiriyor. Sonuçta “üstün” ve “aşağı” olanlar, “yukarıda” ve “altta” kalanlar, “değerli” ve “değersiz” kılınanlar da buna göre belirleniyor. Hannah Arendt’in deyişiyle “gerekli” ve “gereksiz insan” kategorizasyonuyla kimin daha iyi yaşayıp yaşamayacağının belirlendiği bir özcülük-milliyetçilik-ırkçılık motivasyonu su yüzüne çıkıyor.
Theodor W. Adorno, söz konusu durum bağlamında; demokrasi-sermaye ilişkisindeki boşlukları popülizm, sağ propaganda, milliyetçilik ve ırkçılık temelli istismarların doldurduğunu söylemişti vakti zamanında. Şimdilerde bu istismarın öznesi hâline getirilenler ise sığınmacılar ve mülteciler. Zygmunt Bauman’ın ‘Kuşatılmış Toplum’da (Çeviren: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, 2018) “yabancı” diyerek bahsettiği, yersiz-yurtsuzlaştırılmış sığınmacılar ve mülteciler, kâh duvarların ardında tutuluyor kâh para karşılığında geçiş ülkesine dönüştürülen topraklarda beklemeye mecbur bırakılıyor.
Müesses nizamın işleticileri tarafından sistem için tehdit olarak görülen “yabancılar”, Bauman’ın deyişiyle eski kimliklerinden arındırılıp birer hayalete dönüştürülerek milliyetçilerin ve ırkçıların hedefi oluyor. Özgürlük-güvenlik ikileminde, mülteci krizinin etkisiyle güvenliğin seçildiği günümüzde, özcülük-milliyetçilik-ırkçılık üçgenine kısılmaya başlayan insanlık için turnusol kâğıdı da şekilleniyor: Sığınmacılara ve göçmenlere, Bauman’ın deyişiyle “kapımızdaki yabancılara” düşmanlık ile düzensiz göçe ve buna neden olanlara karşı çıkmak arasındaki ince çizgi…
Kurtulmanın güç olduğu o girdaba kapılmamak için tek çare daha çok demokrasi ve insan haklarına saygı. Başka bir deyişle özcülükle, milliyetçilikle ve ırkçılıkla paranteze alınan hümanizme geri dönüş. Vakit daralıyor, yapacak çok şey var.